3 Ekim 2008 Cuma

haiku

laptopun altı
saklanıvermiş pati
henüz soğuk

20 Ağustos 2008 Çarşamba

gölgeler

Ağustos 2006

bileğini büken psişik


Aşırı temizlenmekten aldığı darbeler sonucu moraran kunduranın sarı zeminde belirmesiyle fare hızla dağa yöneldi. Sarının özünde barındırdığı matlık mideye oturan baklavadan farksız zamanla zamansızlığa dönüşen bir ağırlığı da yanında getirmeyi unutmamıştı. Mor kunduranın ilk adımıyla dağın arkasına konuşlanan fare, onu kışkırtmış olmalıydı ki kendini jöle kıvamında bir atmosferde bulan kundura farenin hangi arada dağın diğer tarafına geçtiğini anlayamamanın verdiği zayıflıkla kendini kaybetmek üzereydi. Dağ gerçekten o kadar uzakta mıydı, yoksa göründüğünden fazlasıyla küçük bir toprak yığınından mı ibaretti? Ya fare, aslında istediği boyuta bürünebilen bir mutant olduğu için küçüldükçe uzaklaşan bir nesneymişçesine fiziksel illüzyon yaratıyor olamazdı değil mi?

Fare viyaklamasıyla irkilmesinden ötürü çığlık atan temizlikçi kadının sesiyle irkilen farenin kendini piyanonun en ince notasına atmasıyla mor kunduranın üzerindeki beden irkilerek bilinçsizce hareket etti ve bu hazzı aynı şekilde tekrar yaşayamayacağının doğurduğu umutsuzlukla boş boş etrafına bakınırken dağın öteki tarafındaki fareyle göz göze geldi. Farenin gözlerinde kendi gözlerini kendine bakar durumda yakaladığında kendine olan güvenini kaybetmeye yüz tutmuş titrerken nerden bilsin temizlikçi kadının fareyi avlamak amacıyla dağın arkasından bir bowling topu fırlatmakta olduğunu. Durumu sezen fare piyanonun tuşları arasında korkudan erimekle meşgul, bir yandan da zamansızlığın üflediği soğuk nefes eşliğinde niçin donamadığını sorguluyordu. Oysa zamansızlığın sabitleştirmeye çalıştığı yapışkanlıkla fazla yükselemeden dağa çarpan top ağır bir darbeyle onu yaralamıştı. Dağ kanıyor, dağ ağlıyor, mor kundura kaynar suyla dolup taşıyordu. Beden zamansızlıktan farksız olan boyutsuzlukla daha fazla direnemeden kundurada eridi, buharlaştı ve karışıp kayboldu.
not: two heads, bir giorgio de chirico resmidir

18 Ağustos 2008 Pazartesi

luna


can sıkıntısının getirdiği açlıkla bedenimi nasıl, nereye götüreceğimi bilmeden sırt üstü çırpınırken aynı zamanda sıcaktan kasılıp kavruluyor, zamanla sıvılaşıyor, anı aştıkça buharlaşıp kaybolma ihtimaline karşı bir sempati eşliğinde sıyrılıyordum. sıkıntı yapışkandı ve zorluk çıkarmada üstüne yoktu, sıcaktan farksız. yazmak istedim, yazacaklarımdan kaçıyordum, ve yapışkanlık kaçmasını güçleştiriyordu yanında sürüklediği fiziksel acıyla birlikte. bir kedim olsa adını dolunay koyardım, kısaca dolun ya da kendi içinde anlamlı olan, dolu belki de luna diye seslenebilirdim mesela, neden olmasın. penceremde bir gölge belirdi, gözlerimde bir çift karanlık perde.

dolunay seyrantepeden aşağı yuvarlanırken biliyordu ki kontrolsüz güç güç değildi, bir an zihnine o farketmeden doluşan çöplüklerden kurtulma arzusuyla daha da hızlandı. artık hiç olmazsa ne istediğini biliyordu, yönünü belirlemişti, kontrolü ele geçirdiği anlamına gelir miydi bu? olduğu yere yapışıp kaldı - tutkal kokusunu da duymuyor değildi hani - . tünele girmişti ama onun bir çıkışı olmadığını bilmeden. soğuktu. buranın seyrantepe olduğu ne malumdu, hem seyrantepe gerçek bir tepe miydi? nerden bilsin.
dolunay ait olduğu yere, eve - gökyüzünde işte hani şu dönüp durduğu mekana - dönmek istemişti sadece. gökyüzüne yakın gibi görünen ama aslında alakası olmayan tepeyi tırmanırken, neden bu işe kalkıştığını bile unutmuş, yön kavramını kaybettikçe dibe vurmuş, savrulmuş; yuvarlanmak hoşuna gittikçe kaybolmak istemiş, istemenin bir istek olduğunun farkına vardığı gibi duraksamasıyla o an için her şeyden vazgeçerek durumunu kanıksayıp sevinç çığlıkları eşliğinde dönüp durmaya devam etmişti. böyle yaptıkça kendini evinde gibi hissetmiyor değildi hani. bu onu ısıtmıştı. yüzünde beliren yılışık gülümseme eşliğinde ısındıkça sıvılaştı, kendini aştıkça buharlaştı ve buharlaştıkça hafifleyerek yükseldi. eve yaklaşmıştı.

ışık yardımıyla gözlerinin üzerinden sıyrılan bir çift perde dolunayı gündüzle yüzleştirdi. aynanın karşısında saçlarıyla oynarken duvarda babasının asla sahip olmadığı, ama ismine çok önceden sahip olan hayvanın, kendi ellerinden çıkma basit figürüyle karşılaşınca içini tuhaf bir his bürüdü. artık cat power dinlemeyecekti. cheshire kedisi kayboldu.

haiku

konuşuyordu
sesini çıkarmadan
duyamadılar

17 Ağustos 2008 Pazar

+ - = 0


+ kararan bilgisayar ekranında gözlerimin; o kocaman, ağaç dalında ters pozisyonda bekleyen baykuşunkinden farksız boyutlara ulaşmaya yüz tutmuş, simsiyah ama yaklaştıkça kahverengiliğiyle yüzleştirenlerimin bana baktığını gördüğümde güven duygusunu kaybettiğim o bulanık andı. kulağımda bağıran xiu xiu, bildiğin şuuşuu işte, adından hallice çılgındı biraz, yok hayır tam da öyle sayılmaz, kördü ama elinde bir bastonu vardı hiç olmazsa, nereye gittiğini biliyordu. paul delvaux resimleri de böyle değil miydi zaten, karışık renkli torbaların üzerinde beliren aşırı büyüklükteki benim uykulu gözlerimden bir çift de onlarda vardı, ve taşımasını biliyorlardı. uyurgezer çıplaklardan ibaretti resimdeki insancıklardan belki kimisi, ama nereye gittiklerini biliyorlardı, öyle olmasa bile düşenini görmedim. onları seviyordum; bana benziyorlardı, ya da bana benzedikleri için.

- sayfalarını çevirdiğim birkaç sürrealist ressamın değişik resimlerini barındıran kitaptan paul delvaux sayfası açıkken kaldırdım elimi. inanılmaz derecede huylandırıyordu beni şu kuşe kağıt denen icat, bir noktadan sonra dokunmak onlara işkenceye dönüşüyordu, delilikti bu başka bie şey değil. delvaux'un resimleri için de aynı şeyleri söyleyebileceğimi farkettiğimde ironinin tadına varmanın hazzıyla kısa bir süre kendimden geçmeye doğru yol alıyordum ki, bilinmez bir diyardan geliyormuşçasına dikkatimi dağıtan müziğiğin kulağıma ulaşmasına neden olan kişinin dikkatini sadistçe dağıtma isteği duymaya başladım. ritmleri fazla sert vuruyorlardı ve bu kulağa ilk değdiğinde her ne kadar uyumsuz ve resme sonradan eklenmiş gibi görünse de aslında dinledikçe kendi çapında bir harmonisi olduğunu fark etmem kısa sürmedi. sinirlerim yatışmıştı. taa ki bir sonraki şarkının love will tear us apart gibi başlayıp beni umutlandırması ve ardından -hayır joy division değildi bu- gelen mideye oturan sütlü nuriye misali hayal kırıklığı...

buddenbrooklar vs mrs.dalloway

- okur plathin mrsdallowayiyle yeni insanlarla tanışırken,mannin buddenbrookları onu yeni insanlarla tanıştırıyor. yani ilkindeetken olan okur ötekinde edilgen bir hal alıyor.
- buddenbrooklarda yazar ortamı roman karakterlerinden bağımsız,objektif ve bir bütün olarak kusursuz bir şekilde önümüze sunarkenmrsdallowayde olaylar karakterlerin bakış açısıyla aktarılmış. ancak budallowayin kusurlu bir yapıt olduğunu söylediğim anlamına gelmez. aksinedallowayde aynı olay romandaki farklı kişilerin gözünden kendine has bir biçimde anlatıldığından olsa gerekbu noktada plathi mannden daha başarılı bulurum.bu iki yapıt arasındaki fark aslında tümevarım ve tümdengelimdeolandan neredeyse farksız diyebiliriz.
- mrsdallowayde açıkça kendini belli eden bir içtenlik var, sonuçtakarakterlerin düşüncelerini arşınlayan bir seyahattesiniz. buddenbrooklardaysa durum biraz daha farklı. yazarın amacı burjuvaziyieleştirmek, bunu eleştirdiği kavramın üslubunu takınarak, veyüzüne romandaki karakterlerin samimiyet yoksunu maskelerindengeçirerek, ironik bir şekilde yapıyor ve maskeyi düşürüyor.

*böyle asitler ve bazları karşılaştırır gibi oldu sanki, turnusol kağıdım eksik, her neyse, henüz tamamlanmış bir yazı da değil kaldı ki bunun buddenbrookları bitirmeden kaleme alındığını da hesaba katarsak pek de adil sayılmayabilirim. kim bilir belki devamı gelir...